24 Ekim 2007 Çarşamba

Herşeyinle bugün seni yaşadım ey İzmir!

siz şu an hangi günü yaşıyorsunuz bilmem ama ben geçtiğimiz salı izmir'i yaşadım.
daha doğrusu izmir'de yaşadığımı anladım.
sabah 7 de kahvaltımı dayımlarda yaptım. izmirin en güzel(!) mahallesinde; Gediz mahallesinde. çocukluğumun ve yetişkinliğimin geçtiği aziz mahalle. tabi bana göre. ben şimdi izmirden uzakta izmiri tanıyan kimi görsem, ben gediz mahallesinde yatiştim dediğim de hep aynı şeyi söylüyorlar;
"keko mahallesinde mi?"
ben o "keko(!)" mahallesini çok severim.
7:20 de "73" sefer sayı numaralı otobüse bindim. 2 durak sonra hınca hınç doldu otobüs.
8:40 da "gümrük" e vardım.
8:50 de "pasaport iskelesinden" karşıyaka vapuruna bindim.
allah'ım ne güzel bir duyguydu yaşadığım.
yumuşacıktı hava. ışıl ışıl dı deniz. yük gemileri sahibini yatağında gözleyen kedi gibi uysaldı.
hele bir de; o güzel "izmir'e has" güneşin hilton yamaçlarından doğuşu yok muydu...
sabah güneşi ne harika...
9:15 karşıyakadaydım. hemen sahilden bir simit ve "açık peynir" aldım. bir çay ocağında da çiğ bir çay. ne güzel gidiyordu allahım...
12:30 da, bir iki, karşıyaka çarşısı içinden dükkanı gezdim.
13:00 yine çarşı içinde bir camide öğlen namazını kıldım. yağmur yağıyordu. su havaya inat sıcaktı. cami de yağmur yüklü bulutlar gibi dopdolu. içimde barındırdığım onca kirli duygu ve muharriklerin verdiği burkuntuyla kıldım namazı. yoksa namaz mı beni kıldı anlamadım.

namaz insanı kılar...
ismet özel

hafif yağmurluydu hava. ayak üstü bir kaç arkadaşla yolda sohbet ettim. geyik çevirdim desem daha doğru olur. karşıyaka sahilinde 3 sahil çöpçüsü denizi temizliyordu. kenarda da bir anne ve bir yavru güvercin buğdayları yiyordu...
ve tekrar vapura binip bu sefer konak a gittim. oradan kemeraltı çarşısına ve nihayet çocukluğumda dahi her zaman annemin elimden tutarak beni götürdüğü o benim için meşhur turşucuya gittim. bir acılı turşu dedim ama içim acıdı. dün küçücük bir çocuktum. elime verilenlerle idare ediyordum. bugünse elime geçirmek istediklerim için uğraşmakla geçiyor hayatım. acaba büyüdükçe daha da mı aciz oluyom.?..?..
içtim bir acılı turşu suyu...
yanında ki pet midir ne? hayvan satıcısında, küçüklüğümde olduğu gibi yavru köpeklere bakmak istedim. yoktular... heryeri sardı bu sahte muhabbet kuşları...
oradan tekrar pasoport iskelesine.
iskelede 10 kuruşa yerli gazete satan amca...
jon kristof grançden roman okuyan bir orta yaşlı. top sakallı ve küpeli bir delikanlı. genç ve alımlı taife-yi kızlar.
kaçta kalkıcak vapur? bakmaya gidiyorum camda asılı duran listeye. daha cama varmama 3 metre kala arkamdan bağırıyor, gazete satan iyi giyimli amca;
"karşıyaka vapuru 6 ya 10 kala genç..."
ne bayraklı ne alsancak ne de başka bir yer. sadece gideceğim yer. karşıyaka...
amca emin gideceğim yerden.
belki de benden daha emin...
izmir de yaşadığını anlıyor insan derdi bir arkadaşım karşıyaka'ya her vapurla geçişimizde. haklıymış meğer...

20 Ekim 2007 Cumartesi

Yusuf'un başrolde olmadığı hikayesi.

BÖLÜM 1.
Gaybdeki: mecaz-ı aşkın acısı da mecazidir.
Gökteki: mecazı idrak mümkün müdür?
Gaybdeki: fasıl fasıldır. Önce pişmeli, sonra yanmalı. Yandığını idrak; müdrik olmaktır.
Gökteki: peki Zehra müdrik olabilecek mi?
Gaybdeki: benden başkası bilemez. Ben de şüphesiz bildiriciyim.
Yusuf: biliyor musun? Bugün okula giderken, iki serçe kuşu gördüm. Ama biri ölüydü ve diğeri onun başındaydı. Çok üzüldüm. Ölüm niye var?
Zehra: ölümde hayatın bir parçası...
Yusuf: bugün yüzün asık. Niye ki?
Zehra: eğer söyleyeceğin bir şey, karşındakini üzecekse ve dahi söylemediğinde de sen üzüleceksen. Hangisini tercih edersin.
Yusuf: hımm! Sanırım söylerdim. Tüm insanların sevinci; benim mutlak sevincim olamıyacağı gibi, benim üzüntümde; başkalarının sevinçleri üzerinde durmamalı.
Zehra: ayrılmalıyız...
Yusuf: neden?
Zehra: çünkü; sana aşık olamadım.
Yusuf: 1,5 senedir arkadaşız. Daha önce hiç böyle şeyler söylememiştin. Hani. Hani… evlenecektik. Güzel bir yuvamız olacaktı. Şimdi…
Zehra: aşık olamadım işte. Ömrümün sonuna kadar aşık dahi olamadığım biriyle nasıl yaşarım? Seni anlıyorum fakat, beni de anlamanı istiyorum. Sen bana belki aşıksın, lakin ben sana olamadım.

BÖLÜM 2.
Gaybdeki: aşk; şiddetli muhabbet isteğidir.
Gökteki: bir müddet muhabbet, aşkı öldürür mü?
Gaybdeki: aşk tebdile maruzdur. Zamanla tagayyür eder, başkalaşır. Eğer aşk gerçek rotasını bulamazsa söner. Mecazi aşk; bir odaya yerleştirilmiş aynalar gibidir. Odanın lambasından aldığı ışığı sağa sola yansıtır. Işığın kaynağını ayna sananlar, mecazi aşka kananlardır.
Gökteki: peki lambaya nasıl ulaşılır.
Gaybdeki: aynaları takip etmek gerekir.
Kamil: çıkmam lazım arkadaşlar.
Zehra: amaaaaaan! Çıkarsan çık.
Kamil: nasıl konuşuyorsun benle? Oysa ben…
Zehra: eee! Sen?
Kamil: şu “msn” adresim. Ekle. Sana söylemek istediklerim var.
Zehra: tamam. Ama…
Kamil: “slm” “naber?”
Zehra: “bugün ne söyliyecektin, sen bana?”
Kamil: “seni sevdim.” “Sevgili olalım mı?”
Zehra: “neee!” “Ama daha doğru dürüst birbirimizi tanımıyoruz ki!”
Kamil: “tanışırız” “ben ciddiyim” “geçici bir ilişki istemiyorum. Konuşalım. Eğer anlaşabilirsek, sonu evlilikle bitecek şekilde düşünelim.”
Zehra: “erkekler bazen niye hemen evlilikten bahsederler? Güven duygusu oluşturmak için mi?” “hem daha birbirimizi tanımıyoruz ki”
Kamil: “tamam kuzum.” “Sanki kim; baştan birbirlerini tanıyarak bir ilişkiye başlıyor?” “Hem böyle yazarak olmuyor. Yarın buluşsak, konuşsak bu mevzuları.”
Zehra: “tamam.” “ama…” “neyse, buluşalım.” “şeyde…” “151 numaranın altındaki yerde”
Kamil: “tamam gelicem.”

BÖLÜM 3.
Gaybdeki: ateşin tüm unsurlarının mahiyeti farklıdır. Lakin birbirine yakındır.
Gökteki: peki. Ateşten nasıl korunmalı.
Gaybdeki: küçük nutfelerle yaklaşmalı. Etrafını örmediğin tarlana, taciz kaçınılmazdır.
Kamil: ya bak…! Beni yanlış anlama… hayatımda ilk kez böyle bir tecrübe yaşıyorum.
Zehra: hiç öyle görünmüyor. Çok rahat gibisin.
Kamil: öyleyim. Çünkü bu karakterim. Daha önce bir kızla böyle oturup konuşmuşluğum yoktur. Ama şimdi buradayım. Aslında çok kararsızdım. Sana “msn” adresimi vermeyi daha önceden tasarlamıştım ve kağıda yazmıştım. O an; verip vermemek arasında çok tereddüt ettim. Ama verdim. İşte şimdi de buradayım. Ben hep şunu düşündüm; bir gün birisi olacak ve ondan başkası olmayacak. Yani ilk ve son olacak. Yani sen benim ilkimsin. Sonuncusu olman içinde işte buradayım.
Zehra: bu sözler hoşuma gidiyor. Ama… ben bu acıyı biraz yaşadım. Kalbim yorgun…
Kamil: “benim kalbim terü taze. Koy kalbini kalbimin üstüne, taşıyacağıma ant içerim.”
Zehra: offf! Böyle söyleme. Bu kadar yoğun duygular yaşamadığını biliyorum. Daha ne zaman tanıştık ki!
Kamil: bu söylediklerim, sana karşı hissettiklerim değil. Sadece dilimin tarif edebildikleri. Hem hissettiklerimi nasıl anlatabilirim ki? “aciz Türkçe, aciz dil.”
Zehra: sen şimdi bana aşık olduğunu mu söylüyorsun?
Kamil: ben sana aşık değilim. Ya da öyleyim ama farkında değilim. Sadece senin doğru kişi olduğunu düşünüyorum. Evleneceğim kişisin. Hayat kuracağım…
Zehra: ama ben aşık olacağım kişiyle evlenmek istiyorum.
Kamil: seni zorla kendime aşık edemem. Ortaokul aşıkları gibi de ısrar edecek değilim. Ben düşüncelerimi söyledim. Bu durumda sende aynı şeyleri hissetmiyor ve düşünmüyorsan, zaten birbirimizi oyalamaya gerek yok. Ben ciddiyim. Sonu evlilikle bitecek bir ilişkiye başlamak istiyorum. Yani önce şuna karar ver: başlayalım mı? Başlamayalım mı?
Zehra: hımmm! Sanırım benim düşünmem lazım.
Kamil: vaktin çok ben seni telefonla ararım.
Zehra: oldu görüşürüz.
Kamil: görüşürüz.

BÖLÜM 4.
Gökteki: bakalım Zehra; aynayı idrak edebilecek mi?
Gaybdeki: insanoğlu; mesafesi 3 metre olan bir kapıyı, içerisinde cennet asa bir mevsimin olduğunu bilmesine rağmen açmamanın ataletine mağlup düşer. Çünkü; gördüklerinin salkımlarını, bildiklerinin bağ-bahçelerine tercih eder insan.
Gökteki: iyi de! Niye?
Gaybdeki: nefis…
Kamil: ben korktum. Bir an olamıyacağı endişesine düştüm. Hayatım aritmi hale geldi. Seni düşünmeden edemiyorum. Her şeyde sen varsın. Gitgide hayatımı kaplıyorsun. Gitgide saplanıyorum senli düşüncelere. Gün geçtikçe bağlanıyorum, kopmamacasına. Daha sonra kopması zor gelir… şimdi bitsin. Ben korktum…
Zehra: ne diyorsun sen? Yani bitsin mi şimdi?
Kamil: ben korktum…
Zehra: ama düşün demiştin. Vaktin çok olduğunu söylemiştin.
Kamil: düşüncelerim değişti. Mantığımın atını, aşkında mahmuzladım. Gün geçtikçe zebunun olmaktan korkuyorum. Ben buyum. Senle olma ihtimalimi, olmama ihtimalinle öldürdüm. Ümit kıvılcımları, mantığımın ceviz gibi dolularıyla söndürüldü. Sonuçta bizler farklı düşüncelere ve farklı ortamlara sahip iki insanız. Ben daha gariban ve pespaye, sen ise daha elit ve ciks. Belki de bu zor bir ilişki olurdu. Başlamadan bitmesi iyi olacak. Hem sende aşık olamadığın biriyle evlenmek istemediğini söylemiştin.
Zehra: peki! Aşık değilimde. Niye hep aklımdasın? Niye hala ısrar etmek istiyorum? Niye seni düşünmeden edemiyorum? Kafam niye karmakarışık?
Kamil: belki aşık oluyorsun. Ama ben ortaokul aşığı değilim. Mantığın zırhlarına büründüm. Aşkının okları delemez beni.
Zehra: böyle söylemiyordun. Nasılda bir anda değiştin? Hani beni seviyordun? Ben sana demiştim; “kalbim yorgun”, çünkü daha önceki aşk yaralarımı sarıyordum. Ama sen iyice tuz bastın o yaralara. Bravo sana!
Kamil: ben korktum… sanırım görüşmesek iyi olur. “dost kalalım” sözünün gizli ve küçük ihtimallerine bile yol vermek istemiyorum bu aşkta.
Zehra: bu kadar kolay mıydı? Niye ben ağlıyorum?
Kamil: belki, ağlatmışsındır… bakalım şimdi kimler beni ağlatacak. Rüzgar önünden esiyorken, düşürdüklerini yakalaman imkansızdır. Eğer ileri bakmayı becerebilirsen, belki başkalarının düşürdüklerini yakalayabiliriz. Hayat hep böyle değil mi zaten?

BÖLÜM SON.
Gökteki: bu mecazi aşk, onu gerçek aşka ulaştırabilecek mi?
Gaybdeki: cüz’i olanı ona bıraktık. Aynaları takip etmesi gerek. Kırması değil…
Gökteki: peki aynaları tekip etmeden gerçek aşka ulaşılabilir mi?
Gaybdeki: evet. Aynalardan yüz çevirip, benliği göğe çevirmek gerekir. Zira lamba tavandadır.
Zehra: tamam…

18 Ağustos 2007 Cumartesi

Yasağı algılayamamıştı küçücük beynim.

man Allah'ım işte o şarkı! Youtube sen varya müthişsin. Yo! yo! Bu hikaye böyle başlamamalı.

küçüktüm. ilkokulda okuyacak kadar. 1,2 veya 3. sınıftan birisi, ama kaçıncısı bilemiyorum. her yaz olduğu gibi o yaz da gitmiştik dedemin köyüne. fethiye'nin güzel bir köyüydü. dedemin yaşadığı köy.
Fethiye merkezine varılınca dolmuşa binilir. kemer kasabasına gidilir. kasabaya varınca, sayıya göre; 2 veya 3 kişiysek kara Java kiralanır. kalabalıksak araba kiralanır. onunla da bir süre gidilir ve dedemin evine nazır tepede inilerek, kalan yolu da yürüyerek varılırdı dedemin evine.
tepenin başına geldiğimizde her seferinde dedemin evine doğru nida ederdim; "saati durmuş dede!" diye. küçücük beynim ismi durmuş olan dedemin ismini saatin durmuşluğu ile algılayabiliyordu. ama o şarkıda ki yasağı algılayamamıştı aynı küçücük beynim.
tepeden inince dedemin köyü. köye bak sadece dedemin evi var. eren dağının eteğinin dibinde bir köy. dedemin evi iki göz odalı. odalardan birbirine geçiş yok. eski topraktan bir ev. bir tarafta; yatak, yorgan ve şahsi eşyalar. diğer tarafta şimdilerin meşhur, çok amaçlı amerikan mutfağı. henüz özal'ın ve elektiriğin gelmediği yıllar.


en küçüğünün bir büyüğü olan amcam. saz meraklısı. kasabada ki alem gecelerinin değişmezi. bir gün aynı amcam bana bir şarkı öğreteceğini söyledi. ama bu şarkıyı kimseye söylememem gerektiğini de ilave etti. çünkü bu şarkı yasak bir şarkı dedi. öğretti amcam bana şarkıyı, ben de öğrendim tabi.

okul zamanı gelince, Serap öğretmenim sınıfta şarkı söylemek isteyen var mı diye sorduğunda tereddütsüz atladım. söyledim gururla amcamın öğrettiği şarkıyı. çünkü şarkıyı öğrenmiştim ama amcamın söylediği "söyleme" yi öğrenememiştim. şarkının bitip bitmediğini şu an hatırlayamıyorum ama öğretmenimin beni idareye götürdüğünü hatırlıyorum. şarkıyı kimin öğrettiğini soran müdüre tereddütsüz; Osman amcam dedim. o kadar saftım ki hala hatırlıyorum ortamın olumsuzluğundan habersiz oluşumu. sanki marifet yapıyordum. ta ki müdürün kulağımı burkup "bu şarkıyı bir daha söyleme" diyesiye kadar. anlamıştım şimdi amcamın yasak demekle ne demek istediğini.

bu şarkının adı sanırım "büyü de baban" dı. sanırım ferhat tunç'un şarkısıydı. şimdi bu şarkıyı youtube'de birkaç delikanlının saz eşliğinde söylediğini görünce bu hatıram geldi aklıma.

3 Ağustos 2007 Cuma

Tanınası bir hayat: Mus'ab bin Umeyr

Mus'ab kelime manası itibariyle "çetin olma ve aşılamayan tepe " demektir. O isminin hakkını Uhud tepesini aşarak vericekti.
Musab, sima olarak efendimize benziyor, dolayısıyla bir cazibe merkezi haline geliyordu. O Mekke sokaklarında gezerken Mekke'nin kızları pencerelerinden O'nu seyrediyordu. Ailesi zenginlikte Mekke'nin ileri gelenlerindendi.
Yeryüzü islamiyet ile şereflenince, yeni müslüman olanlar müşrikleri hak din islamla tanıştırabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Henüz müslümanlıkla tanışmamış Musab'da müslümanlar için potansiyel bir mümin konumundaydı. Fakat bunu kim, nasıl başarıcaktı ya da Musab'ın hidayete ermesini Allah kime nasip etmişti. O şanslı kişi; siyahi bir demir ustası olan Habbab bin Eret di. Musab'ın müslüman olmasına en çok, annesi ve dayısı karşı çıkmıştı.
Musab islamiyetle tanıştığında 17 yaşındaydı. Kendisine zevce olarak da; Efendimizin(sav), halasının kızı ve aynı zamanda eşi Zeynep'in kardeşi olan Hamne binti Cahş ile hayatını birleştirdi. Bu evlilikten bir kız çocuğu dünyaya geldi.
Bu esnada müslümanlık fevc fevc yayılıyor ve Mekke'nin dışına taşmaya başlıyordu. Medine'ye gitmek gerekiyordu. hicret öncesi orada islamiyetin aşılanması gerekiyordu. Efendimizin bu teklifine Musab fütürsuzca evet dedi. Tek başına gitmişti Medine'ye, 70 başla da dönmüştü. Medine'de kendisine kılıçla mukabele etmek isteyenlere yumuşak dil ile mukabele ederek, bildiği birkaç ayeti okumuş ve Medine'lilerin kalplerinde iman ışığının yanmasına sebep olmuştu. İşte meşhur akabe biatı Musab'ın burada imanına vesile olduğu 70 müslümanla olmuştu(bazı yerlerde 75 geçiyor).
Müslümanlar tüm mal varlıklarını islamiyet yolunda harcıyordu. Musab'da tüm varlığını harcamıştı. O kadar harcamıştı ki; üzerinde giyecek doğru dürüst birşeyi kalmamıştı. O'nun bu halini gören Efendimiz, yakınındaki sahabelere; "Şu delikanlıya bakın, Mekke'de iken herkes ona imrenirdi. şimdi giyecek bir elbisesi bile kalmamış" demişti. (şimdi; gayr-i müslimlere yaşamayı bile reva görmeyen, yardım etmeyip sermayelerini katlayan, öteki inançtan olan insanla konuşulmasına bile karşı çıkan, birde müslümanım diye caka satan bizler, o zaman ki müşriklere tebliğ adına tüm servetlerini harcıyan müslümanlardan utanmalıyız.)
Günler geçmiş Uhud savaşı nüzul etmişti. müslümanlar hazırlıklarını yapmıştı. Peygamberimiz okçularını Uhud'un eteğine yerleştirmiş, oradan ayrılmamalarını tembih etmişti. Efendimiz'in şehit olduğu söylentilerinin de yayıldığı çetin bir savaş olacaktı Uhud. Savaş günü Musab, Efendimiz'in(sav) cübbesini giymişti. Bu haliyle iyice Efendimize benzemişti. Musab, bu savaşta kendini Efendimizi korumaya adamıştı. Musab savaşta ihtimal sancak taşırken ilkin kollarını yitirmiş, sonra da başına aldığı bir darbeyle yere yığılmıştı. ölmeden önce son olarak yüzünü saklamaya çalışmayı tercih etmişti. O ebediyete intikal edince, akşama değin yerinde bir melek savaşmıştı.
Çetin geçen Uhud Savaşı'ında müslümanlar ve müşrikler yenişememişti. Bu savaşta miğferinden darbe yeyip dişleri kırılan Efendimiz savaş meydanını gezerken Musab'ın cesedinin yanına gelmişti. O'nu yüzü kapalı halde görünce yanındaki sahabelere; "Musab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. şimdi elleri ve kolları budandığı için 'ya, Rasulallah'a birşey olursa' diye hicabından yüzünü kapatmaktadır." dedi ve arkasından şu ayeti okudu; "müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onların bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler."
Musab gömülürken ne yazık ki üstünü tamamiyle örtebilecek bir elbisesi yoktu. Efendimiz, örtünün başına çekilmesini, ayaklarının da otlarla kapatılmasını istedi. Efendimiz bu merasimden sonra yanındaki sahabelere dönüp; "Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selam veriniz. Allahü Tealaya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selam verirse kıyamette aziz şehitler kendilerine mukabil selam vereceklerdir." (Selam sana ya Musab)

bağlantı 1:
bağlantı 2:
bağlantı 3:
bağlantı 4:

Keşke özgür bir kuş olarak ölseydin!

çocukların top oynadığı bahçeye inince çocukların uyarısı ile buldum onu.
terkedilmiş gibiydi, belli ki yuvasından düşmüş ve uçamadığı için beton bahçenin kenarındaki küçük otluğun dibine saklanmıştı.
o bir yavru serçe kuşuydu.
hemen avucuma aldım ve bulduğum geniş bir karton kutunun içine koydum.
masanın üzerindeki ekmek kırıntılarından verdim.
bir pet bardağın dibini keserek de su verdim.
kutuyu aldığım gibi evime getirdim. bizim evin etrafında geniş yeşil alanlar olduğu için burada yaşamasını uygun görmüştüm. ben uygun görmüştüm, onun seçme şansı yoktu.
ev de biraz buğday verdim, yemiyordu. tek derdi kutunun dışına çıkıp uçmaktı, fakat uçamıyordu.
bi ara elimle çıkardım kutunun dışına birden hışımla elimden kaçtı ve merak dolu bakışlarla bakan tavukların arasına daldı.
çok korktum hemen tavukları kişkişledim. sonra kuşu tuttuğum gibi kutunun içine geri koydum.
beni izleyen anneme o anda dedim ki: "işte insan da bazen böyle, özgürlüğe ulaşayım derken ölüme atlıyor"
annem sadece başını sallayarak geçiştirdi benim bu sözlerimi.
akşam oldu kuşu değil kutuyu içeriye aldım.
kuş da kutunun içindeydi.
çünkü onu korumak istiyordum, göz göre göre dışarıda ölüme terkedemezdim.
yemi suyu da vardı.
ertesi gün, ikindi vakti eve gelince kuşun kaskatı kutunun dibinde yattığını gördüm.
merdivenin basamaklarında çöktüm kaldım.
kuşu ellerimin arasına aldım.
gözyaşlarım gözümün bendini aşmadan şu sözler geçti aklımdan; keşke özgür bir kuş olarak ölseydin!

Rap dinleme maceram. Türkçe rap destek...


Efenim rap maceram, 1999 lu yıllarda, bir arkadaşın getirdiği kaseti kasetçalara koymasıyla başladı, duyduğum ses şuydu; artık sen, artık sen geber! bir anda neden bilmem çarpıldım. Her zaman müzikte vurucu bir şeylerin olmasına inanan biri olarak bu söz beni vurdu diyebilirim. Şimdi burada şu da aklınıza gelebilir daha önceleri 96-97 yıllarında hiç kartel dinlemedin mi? Cevap; dinlemedim, çünkü hazır değildim.
Yıllar geçti, takvim 2002 yi gösterince başka birisinden bir rap kaseti aldım ve evde dinlemeye başladım.
Müthiş ti.
bütün şarkılar harikaydı.
bu kasetin nefret’in ikinci albümü olduğunu daha sonra öğrendim.
Bu nefret te şimdi ki ceza ve fuchs(tilki) den oluşuyordu.
Sonra 99 yılında duyduğum artık sen geber rapliğinin nefretin ilk albümüne ait olduğunu öğrendim.
Bu süreçten sonra fucs’un askere gitmesiyle ceza solo albüm çalışmalarına başladı ve tüm müzikleri Sagopa kajmer e ait olan ve sevenlerinin hiç unutamayacağı, hatta yıllar sonraki şarkılarında bile “medcezirde dünya keşfettim” diye anacağı bence de en iyi albümü olan Medceziri çıkardı.
Bu kasetten aynı adlı şarkıya klip çekti.
Frekans programında da çıkmasıyla belki biraz dikkat çekmeye başladı.
Artık undergrand olan türkçeRap yavaş yavaş grandın üstüne çıktığının işaretiydi.
Tüm bu gelişmeler olurken silahsız kuvvet adı altında aslında sagopa kajmer adlı raper kendi stilini geliştirmeye devam ediyordu.
Ne zaman çıkardı bilmiyorum ama sagopa bir pesimistin gözyaşları adlı albümüyle ve aynı adı taşıyan şarkısıyla artık rap dünyasında kendi dinleyicilerini oluşturmaya başlıyordu.
Ceza ise artık Tek’teki elektrik açma kesme işlerine uzunca bir ara verip belki de en meşhur albümünü çıkardı; Rapsta , bu albümde “neyim var ki rapten gari” şarkısıyla rapi seven sevmeyen herkesin beğenisini topladı(rapi sevmeyen arkadaşlarım, bu şarkıyı beğenmesinden yola çıkıyorum.).
bütün rap dünyamızdaki gelişmeler dünyadakinden biraz farklıydı, türkiyede bu işler biraz daha sağduyulu ve problemlere işaret edercesine geliştiriliyordu. (?)
Ceza son albümü olan yerli plaka ile dünya rap dünyasına entegre olma isteğini aslında örtülü olsa da dile getirmiş oldu, bunu aynı adlı şarkıya çektiği Amerikanvari klipten de anlıyoruz.
Halbuki ceza bey nefret adı altında çıkardığı albümdeki bir şarkısında görünen çıplak bedenleri eleştirirken bu klibin de bedenden taviz vermiştir.
Tabi ki bu arada sagopa kajmer boş durmuyordu; kafile adlı albümü için harıl harıl çalışıyordu, albümü hazırlamış çıkarmak için uygun zamanı beklerken birden ilginç bir gelişme oldu; hazırladığı albümdeki şarkılar internette fırıl-fırıl dönüyordu.
Yasal mücadeleye başladı, uzun uğraşlar sonunda 56 yaşındaki bir adamın evinde ki bilgisayardan şarkıların çalındığı bilgisine ulaşıldı.
Neyse bu albümün ilk klibi bebeğim oldu şarkısına çekildi ve gerçekten mükemmel bir klipdi, son olarak da şarkı sözleriyle de uyumlu olduğunu söylediği baytar şarkısının da klibi dönmeye başladı...

Ceza bey artık türkiyenin bir numaralı rapırıydı ya da bazıları böyle düşünüyordu, bana sorarsanız bence ceza rap-pop yapıyordu, bunu düet yaptığı yerli pop cularla da teyit etti gibi.

Sadece bunlar mı var dı ki sanki; hayır bu piyasada sanırım yüzlerce bu iş de bir şeyler kapmak için çırpınanlar var.
Tabi bazıları epey yol da almış.
Mt adlı şarkıcı fuck amewrika şarkısı ile bence dikkatleri üzerine çekmiştir, veya pit10 ses çıkarma şarkısında apo ya yaptığı küfür(ağzına sağlık), erdoğana attığı taş(Erdoğan dava açmıştı) ile yine sesini duyurmuştu. Pit10 nun benden nefret ediyorsunuz şarkısı da çok manidardır…

Zarını yırtamamış hayatlar. ya da üçten birisi.

Mübarek hayvanlar. her üç ayda birisi mutlaka "yumurtaya basıyor." "yumurtaya basmak" tabiri; bizim yörede tavuğun civciv çıkarmak için 19-21 günlük yumurta üzerinde nöbet merasimine deniyor.

Şimdi yumurtaya basan tavuğumuz beyaz renkli ve ilk defa yumurtaya bastı. civciv çıkarabileceğine dair şüphelerimiz var. çünkü bazen tavuklar belli bir süre bastıktan sonra vazgeçebiliyorlar veya yumurtaları kendileri midelerine indirebiliyorlar. bunun nedeni de "yalancı gorg" olmaları. "gorg olmak" tabiri de bir tavuğun sesinin kalınlaşmasıyla beraber yumurtaya basma isteğinin oluşması manasına geliyor. eğer tavuklarınıza ıslatılmış ekmek veriyorsanız, yalancı gorg olma ihtimali yüksek. tecrübelerle sabit. ciddi bir şekilde yumurtaya basmaya devam etti. vazgeçmedi. son günlere doğru tahta bir sopa yardımıyla altını yoklayarak civcivlerin çıkıp çıkmadığını kontrol ediyorduk. tahta ile bakmamızın nedeni basan bir tavuğun saldırgan olmasındandır, ben tavuktan korkmam diye efelenmekte boşunadır.

Sanırım 20. gün birinin kafası görünmeye başlamıştı, sapsarı bir kafa. bir kafa daha. sonra bir kafa daha. ikisi sarı biri siyah tam üç kafa. tavuk, civcivleri folluğun dışına çıkarmış yem yediriyordu. follukta ise yumurta kabukları ve bir de sağlam bir yumurta vardı. akşama kadar bekledik sağlam yumurtadan da civciv çıkmasını. fakat çıkmadı. yine bir tahta yardımıyla tavuğun tacizine uğramadan folluğu çektik kendimize ve acı manzara ile karşılaştık. yumurtanın kabuklarının 4 te 1 anne tavuk tarafından soyulmuş fakat civciv yumurtanın zarını yırtamadığı için yumurtanın içinde ölmüştü. tüyleri sarı ve düzgündü, doğsaydı eminim sağlıklı bir civciv olacaktı. ama doğamadı. çünkü zarını yırtamadı.

Eğer küvvetli bir dimağ ve kabiliyetli bir yazar olsaydım. zarını yırtamamış ve ölmüş bu civcivi hayatımdaki kendimle bağdaştırarak güzel bir ders ve hikaye çıkarabilirdim. ama öyle değilim. öyle ol(a)madığım için zarını yırtamamış bu civcivin öyküsünü size havale ediyorum.